Bin dokuz yüz otuz beş yılı ağustosunda,
On altı, Cuma günü, sabah ezan sesinde,
Anamın avazıyla ben gelmişim dünyaya.
Köküm İstanbul iken, Allahın Bolu’sunda.
İsmail Hakkı babam, vergi tahsildi işi.
Hatırlarım köylere at üstünde gidişi.
Devlete gönül vermiş, namuslu memur idi.
Odun, kömür alamaz, zor geçirirdik kışı.
Annem kemanî Müjgân, beş kardeştik elinde.
Babamın peşi sıra gezdik gurbet yolunda.
Düzce, Bolu, Bozöyük en sonunda Ankara.
Onyedi yıl seyahat ettik vatan ilinde.
Dokuz yüz kırk altıda Erenköy’e ulaştık..
Cennete geldik sanıp, cümlemiz birden şaştık.
Ata toprağımıza sarıldık, kazma, belle.
Meyveye fidan diktik, çiçeğe ayrı eştik.
Evimiz pek küçüktü, ama neş’e doluydu.
Derdini atmak için, konu komşu yoluydu.
Çalar söyler, eğlenir, gam kedermiş bilmezdik.
Kulübemiz bir saray, hasır ise halıydı.
Erenköy’de çiçekler, başka renkte açardı.
Gül, hanımeli, zambak, başka koku saçardı.
Çam kokulu sabahlar, pırlanta deniz, sahil.
Bülbül, serçe, binbir kuş, daldan dala uçardı.
Sokaklar aydınlanır, havagaz lâmbasıyla.
El ele bütün gençlik, bir müzik temposuyla.
Ümit dolu ufuklar, yıkılmamış hayaller.
Ne Nato’yla işi var, ne atom bombasıyla.
Erik, incir, dut, ceviz, üzümler arka bağdan.
Suyumuz emsalsizdi, gelir taa Kayışdağ’dan.
Fakir zengin farkı yok, kadın erkek korku yok,
Aynı su, aynı hava, yemekler aynı yağdan.
Bir gün orta direği bizim evin, yıkıldı.
Rüyada olsa bile buna canım sıkıldı.
Ecelin, ülser oldu adı, gelip Babamın.
On iki parmak denen, barsağına takıldı.
Bin dokuz yüz kırk dokuz, böyle uğursuz geldi.
Anam, genç yaşında dul, beş kardeş yetim kaldı.
Üst üste gelir derler, dertlere inanmazdım.
Ertesi yıl ağbeyim Sermet de kanser oldu.
Neş’e ümit sönmüştü, yıkılmıştı bahçe bağ.
Üstümüze örmüştü, felek zehirden bir ağ.
Bahçede kuşlar suskun, çiçekler boynu bükük.
İki hayat sönmüştü, kalan beşi sanki sağ..!
En büyük ağbim Bülent, oldu akıl hastası.
Ege Gemisindeydi, elektrik ustası.
Ömrünü yirmi beş yıl hastanede yitirdi.
Öyle bir yaşam ki, yok, cehennemde kıstası.
Benden büyük iki kız kardeşim Gönül, Suna.
Öyle nâmerde düştü, felek de şaştı buna.
Hatıra kaldı bana, üç dul, bir ömür boyu.
Akrabalar kaçıştı, el çıktı sahip bana.
Dert yakamı sarmıştı, daha orta okulda.
Söylesem kim dinlerdi, hiç insaf yok ki kulda.
Anam girmiş gönlüme musikîyle doğuştan.
Aldım sazı elime, inledim sarı telde.
Günler, aylar, seneler, tanburumla ağladım.
Sızlarken kendi yaram, el yarası bağladım.
Izdırab dolu şarkım, âlem için eğlence.
Dertliye şifa sundum, yüreğimi dağladım.
Nice güzeller gördüm, kimlere gönül verdim.
Gördüm ki, vefa yokmuş, sînemi kendim sardım.
Bin dokuz yüz altmışta, bir güzele vuruldum.
Anlaşıverdi gönlüm, dünya evine girdim.
İstedim, Allah verdi, ilk evlâdım kız oldu.
Daha beş yaşındayken, ecel onu da buldu.
Yuvamızı sis bastı, saçlarıma kar yağdı.
Gönlümün bahçesinde, bir çiçek daha soldu.
Mart ayının ikisi, dokuz yüz altmış sekiz.
Yeniden Allah verdi bize sevimli bir kız.
Biraz olsun küllendi, içimizde cehennem.
Aşımıza katıldı, biraz tatlı, biraz tuz..
Maişet derdi ile sanatımı satarak,
Kâh sıcacık evimde, kâh gurbette yatarak,
Ömrümü heba ettim, âlemi eğlendirdim.
Gecemle gündüzümü birbirine katarak.
Bugün yine onaltı ağustos, yıl seksen üç.
Kırk sekiz yıllık ömür, nasıl geçti tarif güç.
Aldı götürdü yıllar, acı, tatlı, her şeyi.
Talih mi, kader miydi, bende miydi yoksa suç?
Gelecek yıllar, bekle; ne getirir bilinmez.
Mâzîde kalır elbet, hatıralar silinmez.
Herkes kulaç atıyor, muradına ermeye.
Uçsuz bucaksız deniz, bunda kenar bulunmaz..
Tanbûri, ÖZCAN KORKUT